18 Şubat 2019 Pazartesi

BİZİM ROMA'mız...

Beraberliğimizin 20. yılı yaklaşırken gözlerimi ışıldatan o şahane cümle geldi sevgiliden: “Benimle en sevdiğimiz şehirde el ele yürümek ister misin?”

Sonrasında her şey çok çok hızlı gelişti. Seyahat gününü bekleme heyecanını dahi yaşamadan, sırt çantalarımızı hazırlamıştık ve uçağımız en sevdiğimiz şehir için yükselmeye başlamıştı. Gitmeden evvel yapabildiğim tek hazırlık, eski ve emektar Roma haritamı seyahat anıları valizimden çıkartmak oldu. Bir de telefonumda “Filmlerin izinde Roma” notlarım vardı ve bana kalırsa bu ikili ve biz ikimiz yeterliydik şehri doyasıya yaşamak için.

Uçak bulutların üzerine çıkıp ülkeden uzaklaşmaya başladıkça, havanın rengi de anbean değişmeye başladı. Çok korktuğum uçak yolculuklarından biri değildi sanki bu kez. Sevgili mis gibi bir uykuya kendini teslim ederken, ben de penceremden çok sevdiğim yol manzaralarını içime çekiyordum.

Roma uçuş rotasını daima sevmişimdir. Uçak, denizin üzerinde seyrederken gözüme değen doğal güzellikler bir yana, o en sevdiğim an; yani uçak denizden İtalya ana karasına giriş yaparken, duygularımın ne denli yükseldiğini tarif edemem. Bu çok tanıdık hissi yeniden yaşıyor olmak nefisti benim için...



Böyle hafif melankolik duygularla yoğrulurken, alçalmaya başladı uçağımız.
Sevgili de açmıştı gözlerini artık…

Evet, seviyoruz biz bu şehri. En çok onu sevdik. Nice güzel şehirler gördük lakin ona olan hislerimizi asla kaybetmedik. İşte o yüzden de her fırsat yakaladığımızda yeniden ve yeniden sıcağına döndük. Ayaklarımız yara oluncaya dek yürüdüğümüz ilk şehir olmuştu Roma. Delicesine yorulup, yorgunluktan uyuyamadığımızda bile “keşke bu kadar yürümeseydik” dedirtmemişti bize. Alpcan’ı ilk onun sınırlarındayken ve hatta Sistina Şepeli içindeyken dilemiştik evrenden. Doğum sonrası miniğimizi şehre getirip, yeniden Sistina Şapeli içinde bulunup evrene şükrederken nasıl da heyecanlanmıştık! İlk dondurmalar ilk makarnalar hep bu şehirde tattırılmıştı Alpico’ya… Yani, görsel olarak şehri sevmenin ötesinde; içsel olarak da çok şey paylaştık biz kendisiyle. O yüzden de kıymetli bir kutlama için daha doğru bir adres olamazdı bizim hikayemizde… (Haksızlık etmemeliyim, belki bir de Paris olabilirdi ama onunla özlemimizi daha yeni gidermiştik...)

Merhaba Roma...

Sarıdan hardala geçişin en güzel tonlarını takip edebildiğimiz binalarını, barok dönemin en güzel şahitleri saydığımız çeşmelerini, yaşam dolu meydanlarını, köşeyi döndüğümüz an bize daima gülümseyerek baktığını varsaydığımız Pantheon’unu ve diğer tüm iç serinletici detaylarını çok özledik. Daha sınırlarına ayak bastığımız ilk anlarda bile aşırı mutluyuz.
Sana yeniden sarılacak olmak ne şahane bir sevinç!
Özlem giderirken edineceğimiz olası yeni deneyimler ne de heyecan verici!

Bu mutluluk ve sırt çantası ile seyahat etmenin konforuyla hızlıca havalimanından dışarı atıyoruz kendimizi. Çıkar çıkmaz da sağa dönüp, az ileride tek tek ve medeni şartlarda otobüs sırası bekleyen insanların içine karışıyoruz. Sevgili sırada dururken, ben de otobüs durağının karşısındaki küçük kulübeden biletlerimizi alıyorum. Ritüelleri gerekmedikçe bozmuyoruz, o nedenle tercihimiz yine Terravision otobüs şirketi. Gidiş-dönüş seklinde kullanabileceğimiz otobüs biletlerimizi alıp, muavinin izniyle otobüsdeki yerlerimize yerleşiyoruz ve yaklaşık 50 dakika sürecek epik yolculuğumuz başlıyor.
(NOT: 2 kişi gidiş-dönüş ücreti 18 Euro ve bu rakam, havalimanı-şehir merkezi arası transferde en ekonomik seçim.)

Otobüsteki yerimize oturunca aklıma önce yemek sonra da sevdiğim filmler geliyor. 2018 yılı içinde yeniden izlediğimiz ve izlerken “ah keşke simdi Roma’da olsak” diye iç geçirdiğimiz, Audrey Hepburn ve Gregory Peck‘in Roman Holiday’ini hatırlıyorum hemen.. Üzerine çok düşünülesi ama en çok da filmler üzerine hayaller kurulası bir şehir burası. “Roma neden Before üçlemesinde kullanılmadı ki?” sorusu beliriyor aklımda birden. Belki “Before ... 4 olur", diyor sevgili. Gülüyoruz. W.Allen’ın To Rome with Love‘ını konuşuyoruz biraz ve "bir delilik yapıp akşam uyumadan izleyelim mi yeniden?", diyoruz. Bunu şaka olarak değil, gerçekten yapmak istediğimiz için soruyoruz birbirimize. Neticesinde, gece yorgunluktan bayılmadan evvel izliyoruz kendisini... Sonra aklıma Paola Sorrentino filmleri geliyor; zira bayılıyorum bu yönetmenin filmlerine, özellikle de bir başyapıt kabul ettiğim La Grande Bellezza'sına. Filmdeki başkarakter Mr.Gambardella’nın ikonik Colosseum manzaralı evini, terasındaki doğum günü partisini ve sayesinde çıktığımız içsel yolculuğu hatırlıyoruz. Ne yolculuktu ama! Filmin Oscar alması hiç şaşırtmamıştı.

Yolculuğumuz, filmlerin izinde çarçabuk bitiyor ve otobüsümüz Termini istasyonunun yan caddesi olan Via Giolitti’ye yanaşıyor. Henüz sabah saatlerindeyiz, gökyüzünde tek bir bulut yok ve hava tahminleri önümüzdeki üç gün boyunca böyle bir gökyüzünü ve 26 derecelerde seyreden enfes bir havayı müjdeliyor. Oh la la!

Bu kez, bir Roma oteli yerine AirBnb deneyimi yaşayacağız şehirde. Evimiz, 60’lı ve 70’li yıllarda pek ünlü olan ve filmlerde de (özellikle de Fellini'nin La Dolce Vita'sında) bolca kullanılmış cadde Via Vittorio Veneto’yu kesen ara sokaklardan birinde.. Termini’den evimize doğru yürürken, daha önce şehrin bu kısmını çok yüzeysel gezdiğimizden, yepyeni bir semt keşfediyormuşuz gibi heyecanlanıyoruz. Semt, Nice’in Cimiez sırtlarını hatırlatıyor bize; şık apartmanlar, geniş caddeler, upuzun gövdeli ağaçlar ve sokakların arasından gözümüze değen Villa Borgese... Henüz evimize varmadan seviyoruz semtin dokusunu. Evimiz de şaşırtmıyor! Tam hayal ettiğimiz gibi, hatta bir parça da ötesi.. Biraz nefeslenme sonrası, geç kalmış olsak da ilk kahve ve ilk cornettolarımız için sokakları kahve kokan şehrin kalabalığına karışıyoruz...
(NOT: Via V.Veneto - İspanyol Medivenleri arası yürüyüş ile 5/7 dakika sürüyor.)



Simdi istiyorum ki semt semt anlatayım size bizim Roma’mızı, rituellerimizi ve yepyeni keşiflerimizi...

PIAZZA DI SPAGNA ve ÇEVRESİ:

En son Roma ziyaretimizde Piazza Barberini’ye yakın bir otelde konaklamıştık. O meydandan İspanyol Merdivenleri’ne ulaşmanın en tatlı yolu; Via Sistina’yı dümdüz yürümek olmuştu bizim için. Bu kez de aynı yolu izledik. Via Vittorio Veneto’dan Barberini Meydanı'na ulaşıp, Bernini'ciğimizin Triton Çeşmesi'ne merhaba dedikten sonra hemen sağımızda kalan Sistina sokağına saptık. Kısa bir süre sonra da İspanyol Merdivenleri'nin hemen üstünde bulunan dikilitaş gözümüze değmeye başlamıştı. Bu “merhaba” görüntüsünü pek severdik, yine sevinç dolduk görünce ve adımlarımızı hızlandırıp Trinita dei Monti Kilisesi’ne bir çırpıda ulaştık. Kiliseye varmadan evvel, yüzümü sola çevirip (hemen merdivenler öncesi) Ristorante Trinita de Monti’ye merhaba dedik, zira bu restoranda bir şişe beyaz şarap içip, henüz öğlen olmadan çakırkeyif olduğum tatlı bir anımız vardı.. Sonra, bayıldığımız İtalyan Barok tarzına sakince gözlerimizi alıştırmak ister gibi; kilise, merdivenler ve meydan üçgenini yüksek duygularla seyre daldık.





Birkaç tatlı dakika sonra, merdivenlerden aşağıya Fontana della Barcaccia çeşmesine doğru ağır ağır attık adımlarımızı. Bu çeşme, Tiber nehrinin taşması ve tüm şehri sular altında bırakması sonrası hazırlanmış bir anıt aslında. “Peki neden bir tekne?”, derseniz nedenini; "sel suları çekildikten sonra meydanda bir tek küçük bir tekne kalmış", şeklinde anlatırlar. Bu arada çeşme yetenekli Bernini’nin eseri diye bilinir hep. Öyle de sayılır aslında, ama çeşmenin asıl tasarımcısı baba Pietro Bernini’dir. Bu da tatlı bir ayrıntı olarak dursun burada...

Merdivenlerde oturmak ve çeşmeyi izlemek, yapılması gereken en turistik ve en güzel şehir aktivitelerinden biridir aslında, ama biz bu keyfi bir başka zamana saklıyoruz; zira hala kahve ve cornettomuza kavuşamadık! Merdivelerin hemen karşısında bulunan ve hazır giyim markalarının prestij mağazalarıyla süslü ünlü Via Condotti’ye uzanıyoruz o yüzden.. Belki aşırı turistik bir isim, ama çok sevdiğimiz ve barda ayaküstü bir kahve içmek öncesi mekanın içinde mutlaka bir tur attığımız, müze kıvamındaki Antico Caffe Greco‘nun kapısını itiyoruz heyecanla.. Şehrin neredeyse en pahalı kahvesi burada, ama doğal ortamı -özellikle de sabahın erken saatlerinde- enfes! Şansımıza henüz tıklım tıkış olmamış. Ayrıca, aradığım görüntüye yani boyalarını yanına almış ve bir köşeye ilişip resmine odaklanmış bir ressama da rastlıyorum mekanda. Uzaktan çekilen bir fotoğraf, gülümseyerek verilen selamlar ve gelsin kahveler! 1760’dan bu yana kimler kimler kahve içmemiş ki burada. O dönemlere kısa bir süre dahi olsa fikren ışınlanmak harika!
(Antico Caffe Groco Adres: Via dei Condotti, 86)

Eğer kahve sevmiyorsanız, İspanyok Merdivenleri'nin hemen yanı başında ve yine fazlasıyla turistik, ama bir o kadar da ikonik olan bir çay dükkanı bulunuyor. İsmi: Babington's Tea Room. Sakin yakaladığınız bir an ya da Roma’nın bir anda patlayıveren meşhur yağmurlu havalarında burada oturup bir demlik sıcak bitki çayı içmek daima iyi bir fikir.
(Babington's Tea Room Adres: Piazza di Spagna, 23)

Spagna Meydanı ve dolayısıyla merdivenlerin çevresinde olduğumuzda, aç da olsak tok da olsak aklımıza gelen bir diğer ritüel; hızlı bir Pastificio Guerra ziyaretinde bulunmak. Bu dükkan, günde iki ya da üç çeşit artizan makarna servisi yapıyor. “Ver siparişini, öde bedelini, al makarnanı ve meydanlarda güneşli bir köşeye ilişip afiyetle ye” ritüeli bu... İstersen makarnanı mekanın tezgahında ayakta yiyebilir, üzerine de sebil olarak sunulan şişelerden suyunu içip çıkabilirsin buradan. Yalnızca, İspanyol Merdivenleri'nde oturup yapmamalısın bu keyfi, zira polis hızlıca gelip uyarıyor yemek yiyenleri. (2019 yılı revize not; Ne yazık ki; merdivenlerde oturmak kültürel mirası koruma nedenleriyle yasaklandı..)

Neyse, sıraya girip daha önce denemediğimiz patlıcan soslu bir makarna seçiyoruz Pastificio'da.. Sonra da güneş pasparlakken bir koşu merdivenleri yeniden çıkıp, kuş bakışı şehre bakarken, öğle yemeğimiz öncesi altlık yapıyoruz kendisini. Eğer Pastificio’yu ana yemek olarak düşünecekseniz, o sokaktan çıkmadan tatlı için de bir adres vermeliyim. Pompi için şehrin en ünlü, ama en turistik Tiramisu adresi diyebiliriz. Makarnanızı da yemişken kendisini pas geçmek istemezseniz diye düşünüyorum.. 

Bu tip ekonomik, ama artizan işleri seviyorsanız Popolo Meydanı'nın hemen karşısında bulunan Pastasciutta Roma da sizi mutlu edecek bir adres olabilir.. 

(Pastificio Adres: Via della Croce, 8)
(Pompi Adres: Via della Croce, 82)
(Pastasciutta Roma: Piazzale Flaminio, 10)


İspanyol Merdivenleri’ne sırtınızı dönerseniz sağınızda kalan sokaklardan Via del Babuino'yu yürüdüğünüzde halk meydanı olarak anılan Piazza del Popolo'ya ulaşabilirsiniz. Biz, Via del Babuino üzerinde yürürken kendimizi sağdan bir tabela ile yönlendirilen Via Margutta’ya atıyoruz önce. Bu, kısa ve pek naif bulduğumuz sokak, Roman Holiday’deki gazeteci Joe Bradley’in evinin ve Picasso’nun eski stüdyosunun bulunduğu sokak. Bayılıyoruz, özellikle de stüdyonun bulunduğu binaya ve bahçesine... Eğer bahçe kapıları açık ise, bahçesinde dolaşıp sanki içeride Picasso çalışıyormuş gibi düşünmek bana kendimi iyi hissettiriyor kesinlikle..

Bu detaylar dışında, galerilerle süslenmiş çok hoş bir sokak burası. Picasso ve Roman Holiday’i düşünürken sokak bitiveriyor. Yeniden Via del Babuino’ya bağlanıyoruz ve Picasso’nun Roma’dayken uzun süreli konaklama yaptığı enfes otel Hotel de Russie‘ye el sallayarak Popolo Meydanı'na ulaşıyoruz. (Araya minik de bir hikaye eklemek şart, çünkü Picasso’nun şehre gelişi ve bu otelde kalma niyeti aslında evlenecek olduğu sevgilisi ile bir nevi balayı kutlaması yapmak istemesiymiş. Gel gelelim, kızımız son dakika evlenmekten vazgeçmiş ve Picasso bu şok karar sonrası başka bir arkadaşı ile şehre gelip, hayatının kısa bir dönemini Roma’da ve bu otelde geçirmiş.)





Biz bu rotayı dönüş günü sabahımızda yapıyoruz. Roma İmparatorluğu döneminde, şehrin ana giriş kapısı sayılan Popolo Meydanı'nı 360 derece dönerek; Santa Maria in Monte Santo ve Santa Maria dei Miracoli ikiz kiliselerine, bazilika Santa Maria del Popolo’ya, Neptun ve Obelisk çesmelerine ve yanılmıyorsam en uzun diye bahsedilen Flaminio dikilitaşına “günaydın” dedikten sonra sevgilinin favori Roma kahvecisi Rosati’nin pastane kısmına uzanıyoruz.. Sevgili Rosati’nin kahvesine bense “aşırı Milano” bulduğum ortamına bayılıyoruz çünkü... :) Kahvelerse elbette barda ve ayakta!

Bu arada sevgilinin aklında Roma'ya özgü bir kahvaltılık olan ve bana göre fazla tatlı, ama O'na göre çok kahve eşlikçisi saydığı, kızartılmış ve şekerle kaplanmış yuvarlak çörek olarak tanımlayabileceğim ciambelle var, ancak Rosati'de aradığını bulamayınca cornetto sipariş ediyor.. Vaktimiz olsa ciambelle yemek için Roma'nın en iyi ciambelle pastanesi sayılan Linari'ye gideceğiz, ama ne yazık ki bu son sabahımız ve kendisini es geçmek durumundayız.. Bu tavsiyeyi de tatlı ile aranız iyi ise mutlaka notlarınızda tutun isterim.. 
(Rosati Adres: Piazza del Popolo, 5A)
(Pasticceria Linari Adres: Via Nicola Zabaglia,9)




NOT1: Roma'ya ilk kez geleceklere Piazza del Popolo'dan Pincio Park'a doğru çıkmalarını ve muhteşem bir bahçe ve meydan manzarasının keyfini çıkartmalarını önerebilirim.

NOT2: Sanat ilgi alanınız ise, Santa Maria del Popolo içindeki Barok döneme ait muhteşem Caravaggio tablolarına, Bernini heykellerine ve fresklere ücretsiz bakabilme olanağını lütfen atlamayın. Barok resim sanatının temelini oluşturan Caravaggio'nun eserlerindeki ışık ve yansıma izlerini takip etmek, Bernini'nin heykellerindeki inceliklere şahit olmak müthiş bir bakış açısı kazandırıyor insana.. Bazilika içinde bulunan Chigi Şapeli de mutlaka görülmeli diye düşünüyorum. Rönesans döneminde Raphael tarafından yapılan ve Barok dönemde Bernini tarafından tamamlanmış..

NOT3: Meydan yakınında Museo Leonardo Da Vinci bulunuyor. Leonardo'nun tüm önemli icatlarının ve resimlerinin replikalarını görebileceğiniz nefis bir Rönesans seçkisi sunuyor müze...
(Adres: Via Della Conciliazione, 19)

Popolo meydanından dönüşe geçtiğimizde ayaklarımız bizi yeniden Via del Babuino üzerinden, Via Magutta’ya yönlendiriyor. Bu kez, Spotify listemden Luca Barbarossa’nın “Via Margutta” şarkısını açıyorum. Onu dinlerken yürüyoruz sokakta sevgiliyle.. Bayılıyorum bu sokağın bana hissettirdiklerine... Bu hislerin benzerini bir de Via Jacopo Peri'de hissediyoruz.. Bu sokak da Roma'nın pek kendine has bir sokağı; zira adını bir İtalyan besteci ve İlk opera eserinin yaratıcısı Jacopo Peri, nam'ı değer İl Zazzerino'
dan alıyor. O sokakta yürürken de Jacopo'dan bir opera dinlemek gibisi yoktur benim için... 



Via del Babuino üzerinde bulunan müze-restoran/bar Canova Tadolini notlarınızda belki bir restoran olarak değil, ama bar ve kahve durağı olarak durabilir. Müze mantığında yaratılmış bir ortamda kahvenizi yudumlayabileceğiniz farklı bir ambiyansa sahip kendisi.
(Canova Tadolini Adres: Via del Babuino, 150/a)

Spagna Meydanı çevresinde elbette birçok restoran alternatifiniz var. Her sokakta, her köşe başında ve gözünüzü çevirdiğiniz her yerde bir restoran görebilirsiniz. Bizim bu çevrede çok iyi bir yemek deneyimimiz olduğunu söyleyemem. Yalnızca, Popolo ve Spagna meydanları arasında kalan bölgede, fazla turistik olsa da “mutlaka” denenmeli diye düşündüğüm Il Vero ALFREDO’yu tavsiye edebilirim size.. Evet çok turistik, hatta aşırı turistik, ama yine de ilk Roma ziyaretlerinde kaçınılmaz bir klasiktir kendisi... Mekanda yapacağınız şey ise çok basit; 1 porsiyon (2 kişilik) tarifi sır gibi saklanan lezzetli "Fettuccine Alfrodo" ve mekanın kendi ürettiği şaraplardan sipariş etmek!
(Il Vero Alfredo Adres : Piazza Augusto Imperatore, 30)
 
NOT: Alfredo, “To Rome with Love” filminde kullanılan mekanlardan da biridir..

FONTANA DI TREVI:

Spagna Meydanı’ndan uzaklaşıp ara sokaklara dalıp çıkmalar başlayınca, ayaklarımız bizi önce Fontana di Trevi'ye götürüyor nedense. Size de böyle oluyor mu? ya da olacak mı acaba?

Burası şehrin kesinlikle en kalabalık ve en turistik noktası. Elbette aşırı kalabalık görünümü ufak bir meydan olması kaynaklı, ama bu kez başka bir kalabalık var sanki! Çeşmeyi bir parça daha sakin yakalayabilmek umuduyla, “Şimdi değil, sabah erken saatte gelelim” diyoruz sevgiliyle birbirimize, çünkü bu çeşme yakınına gelince yapmayı en sevdiğimiz şey; havuza biraz uzaktan bakabilmek! Bu sayede, Fellini’nin La Dolce Vita filminde Anita Ekberg’in gece elbisesi ile havuzun içine girip, çeşmeye doğru yürüdüğünü ya da daha da geriye giderek ünlü mimarların çeşme için çalıştığı zamanları hayal edebiliyorum... Bir de, hafif bir açlık hissimiz varsa, hemen kösedeki L'Antico Forno Di Fontana Di Trevi’de tazecik sandviçler yaptırmak ve malzemeleri gönlümüzce seçmek de bir başka sevdiğimiz detay. İşte bu iki sevilen ritüeli keyifle yapmanın yolu da çeşmeyi bir miktar sakin yakalamak...

Roma'da sanat ve tarih peşinde olanlar için çeşme hakkında birkaç önemli bilgi kırıntısı eklemek istiyorum;

* Öncelikle çeşmenin adı üç sokağı birbirine bağlayan bir noktada bulunduğundan “Tre Vie” yani "3 yol"dan gelirmiş.

* Yapımı 150 yılda tamamlanan çeşmenin birçok mimarı olmuş haliyle ve içlerinden en ünlüleri tasarımının ilk adımını atan Nicola Salvi ve yapımında emeği geçmiş Bernini diye bahsedilir.. Çeşmenin yapımında ise mitolojiden esinlenilmiş. Tam ortasında denizler tanrısı Posedion, sol sütunda bereket tanrısı Ceres, sağ sütunda ise hijyen tanrısı Hygieia bulunuyor. SU=Bereket+Temizlik ;)

* Çeşmenin yapıldığı dönem Roma'da finans sorunu olduğundan, tüm yapım masrafları bir loto oyunu sayesinde karşılanmış.. Papa Clement'in düzenlenmesi için onay verdiği bu loto oyununda çıkan ilk sayılar: 56, 11, 54, 18 ve 6. (Yok yok! Lost dizisindeki rakamlar değil kendileri...)

Havuza sürekli para fırlatıyor olmamızın 1700'lü yıllardan günümüze ulaşan ve hepimizin çok iyi bildiği bir hikayesi var. O da, “1 adet bozuk para atarsan, Roma'ya yeniden geri dönersin” ki bu noktada her attığım bozuk para bizi yeniden şehirle kavuşturuyor diye düşündüğümüzden, bu şahane klişeyi yerine getirmeyi asla es geçmiyoruz.. Diğer hikayeler ise; “iki adet bozuk para atarsan, İtalyan bir sevgilin olacak” ve “üç adet bozuk para atarsan; Müjde! Evleniyorsun." Bu aşamaların en etkin geri dönüşü için yapmanız gereken şey ise; parayı sağ el ile sol omuz üzerinden fırlatmak diyorlar... :)

Benim size çesme hakkında söylemek istediğim asıl detay ise; çeşmeye atılan paraların her gece toplanıp, bir yardım kuruluşu vasıtasıyla kartlara yüklenerek, Roma'nın muhtaç kişilerine alışveriş yapmaları için dağıtılıyor oluşu.. İşte bu bilgi, beni bu nefis klişeyi yerine getirmek için daha da yüreklendiriyor diyebilirim...

Bu arada, ilk gün sakince uzaklaştığımız çeşmeye son sabah yaptığımız Rosati ziyaretimiz öncesinde uğruyoruz. Ortalık sakince ve çeşmenin sesi başlı başına mutluluk sebebi... Paramızı, hayaller aklımızda cirit atarken fırlatıyor ve bir sonraki seyahatin Alpico ve tamamen sanat üzerine olmasını diliyoruz. Aslında aklımda Borromini'nin elinden çıkmış Katolik kilisesi San Carlino'nun içini incelemek var, ama buna ayıracak vaktimiz kalmadı. Hatta çeşme sonrası Via del Quirinale'ye saparak, merdivenleri hızlıca çıkıp İtalya cumhurbaşkanının resmi konutu olan Palazzo Quirinale'yi yeniden görmek için Piazza del Quirinale'ye de bir göz atabilirdik, ama buna da vaktimiz yok.. Peki, nedir bizim bu acelemiz???



PIAZZA DELLA ROTONDA ve PANTHEON:

Piazza Della Rotonda, yani Pantheon Meydanı'nda bulunan Pantheon tapınağı çok ama çok fazla etkileyici bizim için... Dönüp dolaşıp bu görkemli tapınak ile yeniden buluşmayı ve her buluşma öncesi kalp atışımın hızlanmasını kişisel olarak çok seviyorum. Meydanın hangi köşesinden dönersek dönelim bize gülümsüyor ya da dokunduğumuz an bizi hissediyor diye düşünüyorum hep.. Sevgili, Pantheon'a yaklaşırken beden ritmimin değiştiğini söylüyor, haksız değil.. 2000 yıldır orada ve öylece duruyor olması hakikaten müthiş değil mi sizce de?!

Freud bile bu tapınağın dışına çıkıp bir de kendisine karşıdan bakmış ve o anı eşi Marta'ya "hayatımın doruk noktasını yaşıyordum" benzeri bir cümle ile betimlemiş mektuplarında... 



Aslında en sevdiğim meydan Navona olsa da Rotonda anlamlı anılarımız yüzünden kıymetli bir adres bizim için.. 2011 yılında şehre Alpico ile birlikte geldiğimizde katı gıda serüvenimiz yeni başlamıştı ve meydanda bulunan Restorante Di Rienzo’nun tatlı şefi Umberto, Alpcan için bizim kuskus şeklindeki makarnamızdan pişirip, üzerine de tuzsuz ve yağsız bir domates sos hazırlatmıştı. Alpcan'ın yalnızca sebze ve meyvelerin doğal tuz ve şekerinden yararlandığını düşünürseniz, bir anne olarak seyahatimizin beslenme düzenimizi bozmamasının beni ne denli mutlu ettiğini sanırım ki tahmin edersiniz.. Yani, miniğimiz ilk makarnasını Roma’da tatmıştı. Üstelik en sevdiğimiz tarihi binaya bakarken... Bu sırada biz de aroması yoğun, tadı doyumsuz bir Barolo ile şarap keyfi yapmıştık sevgiliyle.. Gülümseten, sevinçli bir anıdır zihnimizde...

Bu seyahatte, çevre mekanlar yerine meydanın tam ortasında bulunan Fontana del Pantheon’un merdivenlerine oturup biraz soluklanıyor ve bu sırada da Pantheon ile doya doya bakışıyoruz.. Sonra da sıraya girip yeniden bu muhteşem binanın içine giriyoruz.. Hava pırıl pırıl ve kubbeden tapınağın içine yansıyan güneş ışınları harika görüntüler oluşturuyor.. Bir Rönesans aşığı olarak; “Ne yani simdi biz Raphael ile aynı yerde miyiz?”, diye soruyorum sevgiliye. “Şu an bastığın mermer 2000 yıl evvel monte edilen olabilir, bunu da düşünsene!”, diyor bana. İyice heyecanlanıyorum...



Şaka bir yana, bu kez duygularım çok yoğundu Pantheon’un içine girdiğimizde. Başım tuhaf bir şekilde dönüp, ruhum daralmaya başlayınca, dolaşmak yerine biraz oturup tapınağın içini inceledik. Kendimce bir şeyler düşündüm. Gözlerimi kapatıp, gürültüden bağımsız meditasyon yapmaya çabaladım, ama bir türlü sakinleşemedim... Dışarı çıkmalıyım diye hissettim yalnızca, çünkü o an orada beni çok rahatsız eden bir şey vardı ki; sonrasında ne olabileceğine dair biraz fikrim de oluştu…

Kendi içsel çıkarımlarım bir yanda dursun, Pantheon içinde yaşadığım şey apaçık bir Stendhal Sendromu'ydu.. İnsanların görkemli bir tarihi eser ya da eserlere aşırı maruz kalma ya da bu eserlerden aşırı etkilenme halinde yaşadıkları bir kendinden geçiş, hatta bayılma haline deniyor Stendhal Sendromu.. Stendhal bizzat Florsanda Rönesans eserleri arasında dolaşırken yaşıyor bu durumu, fenalaşıyor ve kendini çimenlere zor atıyor.. Sonrasında da bu kuram ortaya atılıyor.. 



Dışarı çıktığımızda “kahve iyi gelecek”, diyor sevgili gülümseyerek, ama aslında biliyorum ki onun ara kahvesi geldi... Meydana en yakın ve en nitelikli kahveci Caffe Tazza D’Oro. Dükkana doğru yürüyoruz hızlıca. Yürürken bir tane selfie çekiyoruz Pantheon ardımızdayken.. D'Oro'ya varınca hemen barda dikilip siparişimizi veriyoruz ve bu sırada barista da hazırlıklara başlıyor. Alt tabaklar hızlıca bar masasına konuyor, ardından kokusuna bayıldığım ama tadını bir türlü sevemediğim kahvelerimiz geliyor tabakların üzerine.. Saat itibariyle ben Macchiato içiyorum, sevgili ise mekanın bir miktar sert bulabileceğiniz espressosu ile oldukça mutlu.
(Caffe Tazza D'Oro Adres: Via degli Orfani, 81)

Tazza D’Oro’dan çıkınca, hemen karşısına Venchi Cioccolato e Gelato’nun bir şube açtığını görüyoruz. Aslında dondurmasını lezzetli bulsam da oradan dondurma yeme hevesimiz yok, ama Alpico’nun yediği bitter çikolata ezmesini oradan aldığımız için hemen sıraya girip, miniğe verdiğimiz sözü yerine getiriyoruz.
(Venchi Adres: Via degli Orfani, 87)

Bu arada dondurma söz konusu olunca şehirdeki en turistik aktivite 1900 yılından bu yana işletilen pek meşhur Giolitti. Bana kalırsa, şehri ilk ziyaret ettiğinizde “mutlaka” ama sonraki seyahatler için pek de gerekli olmayan bir adres kendisi..
(Giolitti Adres: Via degli Uffici del Vicario, 4)

Pantheon'u ziyaret ettiğimiz ilk gün, meydanın çevresindeki sokaklara dalıp çıkarken Via della Scrofa’da da yürüyor ve restoran Alfredo Alla Scrofa‘ya da uzaktan bir selam veriyoruz. Burası için Fettuccine Alfrodo’nun ilk adresi derler, notlarınızda olsun. Benim favorimse yukarıda bahsettiğim Il Vero Alfredo.
(Alfredo Alla Scrofa Adres; Via della Scrofa, 104/a)



PIAZZA NAVONA ve ÇEVRESİ:

Yine seyahatin ilk günü, Spagna'dan Navona’ya doğru yürürken Codognotto mağazasının yan duvarının ahşap tabelalar ile süslediğini ve turistlere yön bilgisi verdiğini görüyoruz. Daha önce vardı da biz mi görmemiştik bu detayı acaba? Dükkanın tonton sahibi sanatçı Ferdinando Codognotto yine kapısının önünde oturuyor. Fotoğrafını çekiyorum iznini alarak. Bu, onu ikinci kez görüşüm. Yanına oturup biraz laflasam ne güzel olur diye düşünüyorum, ama sevgilinin aklında olan tek şey; en kısa sürede meydana kavuşmak.
(Codognotto Adres: Via dei Pianellari, 14)

Ve işte bizim meydanımız!

2018 Ekim.. Henüz ayın ortası bile olmadığından hava taptaze ve apaydınlık. Hava ılıman olur diye yola çıkmıştık, ama öğle saatlerinde güneşin altında durmak zor olabiliyor.. Sanki yazın dibini kazıyoruz gibi bir his veriyor bize bu hoş sürpriz... Daha önceleri ya ekim sonu ya da kasım ayı içinde gelmişiz şehre, o nedenle farklı bir iklime şahit olmak yeni bir heyecan oluyor bizim için aslında… Şehrin meydanları bu güzel havaların hafif serince akşam karanlığında ne kadar büyüleyici olur bir düşünsenize? Hele ki bu iç açıcı meydan...



MS 1.yy’da bir stadyum olarak inşa edilen meydanın hala stadyumu andıran yerleşimini çok seviyoruz biz, ama asıl kalp tutulması yaşatan şey ise; Fontana dei Quattro Fiumi (Fountain of the Four Rivers) yani Bernini’nin şaheseri Dört Nehirler Çeşmesi. Her defasında bakakaldığımız bu çeşme, Hıristiyanlık dininin yayıldığı kıtalardaki önemli nehirler; Nil, Tuna, Ganj ve Plata‘yı temsilen yapılmış. Heykellerin ortasında yükselen dikilitaş ise meydanın ve de çeşmenin görkemini arttıran bir güzellik. (Orjinal bir Mısır dikilitaşı değil.)

Çeşmenin etrafında uzun uzun dolanıp, tekrar tekrar inceliyoruz heykelleri.. Etraftaki sokak sanatçılarının çizdiği resimlere, Sant'Agnese Kilisesi’ne (Bernini’nin baş rakibi Borromini'nin de bir süre mimarlığını yaptığı bir kilise) ve meydanın diğer görkemli yapısı Palazzo Pamphilj’e de göz atıyoruz.. Klasik müzik melodileri de kulağımıza değiyor bu esnada... Ah Plata ve Ganj nehirlerini temsil eden heykeller yok mu! Çok etkileniyorum bu iki heykelin yüz ifadelerinden. Plata'nın ellerine odaklandığımda hafifden ürküyorum hatta... Bu kadar gerçek nasıl yapabilirsin Bernini??





Özlem gidermek gözlerime iyi geliyor. “İyi ki geldik”, diyorum sevgiliye. Sanırım seyahat boyunca en sık kullandığım cümle bu ve her söyleyişimde sanki ilk kez söylüyormuşcasına minnet doluyum...

Fontana dei Quattro Fiumi'nin her iki yanında dünya güzeli iki çeşme daha bulunuyor. Fontana del Moro ve Fontana del Nettuno. Moro’ya Bernini’nin eli değmiş olsa da ben Nettuno'dan daha çok etkileniyorum galiba. Belki de yalnızca merkezdeki tanrı Neptün (Antik Yunan'ın Poseidon'u) yüzündendir bu etki, zira aslında her iki çesme de aynı tasarıma sahip, yalnızca figür kompozisyonları birbirinden farklı olarak planlanmış... 



Meydanın bizim için yeni yeni oluşan bir diğer heyecanlı yani ise; İtalyanca eğitim alan Alpico’muzun okul mezuniyetlerinin meydandaki Palazzo Borromini'de yapılıyor oluşu.. Borromini Sarayı’nın terasına bakarken, sağlık ve ağız tadı ile o günlere ulaşmayı diliyoruz sevgiliyle..

Piazza Navona
, taş banklara oturup atmosferi doyasıya içe çekilesi bir meydan. Zamanı ölçmeden ve biçmeden bir banktan diğerine geçerek saatlerce kalabilirim bu meydanda sanırım. Meydanın dört bir yanı daima canlı ve kalabalık oluyor, bu yüzden zorunlu zamanlar dışında mekanlarına pek itibar ettiğimizi de söyleyemem. Havanın patladığı bir öğleden sonra Alpico’yu yağmurdan korumak için oturduğumuz Caffe Domiziano dışında bir mekan tecrübemiz olmadı bu nedenle.. Onun da damağımda hatırlanası bir iz bıraktığını söyleyemem.

Navona’nın sağı-solu, önü-arkası, neredeyse tüm sokaklarında doya doya geziniyoruz yeniden.. Çok sevdiğimiz restoran Cul de Sac bu sokaklardan birinde. Kısa ama tatlı bir öğlen kaçamağı yapıp özlem gideriyoruz kendisiyle.
(Cul de Sac Adres: Piazza di Pasquino, 73)

Bu çevredeki en sevimli ve en cıvıl cıvıl sokak Via del Governo Vecchio diye düşünüyorum. Pizza tutkunlarının bayıldığı/bayılacağı ünlü Bafetto, şehrin en iyi dondurması diye bahsedilen ve önünü daima kuyruk halinde gördüğümüz -hic denemedik- Gelateria Frigidarium, şipşirin atmosferleriyle benim için yemekten ziyade aperitivo mekanları diyebileceğim; Cantina e Cucina ve Enoteca Il Piccolo, geçmiş seyahatlerin birinde önünde ancak iki kişinin oturabildiği minnak alanında tazecik bir şarküteri tabağı denediğimiz dükkan Cantina dei Papi hep bu sokakta. Hepsini bir bir geçiyor ve eski günleri hatırlıyoruz mutlulukla...

Meydanın yakınında, sevgilinin çok sevdiği ve aşırı lokal bulduğumuz bir kahve dükkanımız var. Roma'da nitelikli kahvenin peşinde olacaklar iyi bir tavsiye olarak kabul edebilir kendisini. İsmi; Caffe Portoghesi.
(Adres: Via dei Portoghesi, 7)

Spagna- Navona arasında yürürken denk gelebileceğiniz, dilim pizza konusunda aşırı başarılı bulduğumuz, minicik ve paylaşımlı masalı Pizzeria da Pasquale
notlarınıza rahatlıkla girebilir. Bir bira ve bir dilim pizzayı hızlıca paylaşmayı sevdiğimiz tatlı bir aile işletmesi burası.
(Pasquale Adres: Via dei Prefetti, 34/A)

Pantheon'dan Navona meydanına doğru ilerlerken, sevgilinin bir diğer sevdiği kahveci Sant' Eustachio Il Caffe ile kavuşuyoruz. Sıra beklerken nefis bir tesadüf yaşanıyor ve hemen önümde, bayıldığım ve bitirildi diye küplere bindiğim cancağızım Mozart in the Jungle dizisinin sınır tanımaz Gloria'sı Bernadette Peters'ın durduğunu farkediyorum! Sevgilinin yüreklendirmesiyle konuşmaya başlıyoruz. Kahvelerimiz gelene dek minik bir muhabbet, bir iki tatlı tavsiye ve onun teklifi ile çekilen bir fotoğraf sonrası mutlulukla kendi yollarımıza ayrılıyoruz... ;) 
(Adres: Piazza di S. Eustachio, 82)







CAMPO de’ FIORI ve ÇEVRESİ:

Campo de’ Fiori hedefimizdeyken yine ara sokaklara dalıp çıkıyoruz. Daracık bir Roma sokağı olan Via dei Cappellari’yi tasarım porselen dükkanı Picta sayesinde bir başka seviyoruz, ama asıl sevgi dükkandan çıktıktan hemen sonra oluşuyor; zira sokağa masa ve sandalye atıp iskambil oynayan tontonları görünce içimiz bir anda yükseliveriyor! O tontonları sessizce izlerken ve fotoğraflarını çekerken aramızda incelikli bir bağ kurgumuz yeni bir Roma deneyimimiz oluyor diye düşünüyoruz... Yürürken yine aynı sokakta gördüğümüz ve yıllara karşı kendini küçük bir kırıkla dahi olsa koruyabilmiş bir aynada sevgili ile fotoğraf çekinerek, o anki mutluluğumuzu ölümsüzleştiriyoruz... 



Meydana yakınız artık, ama bir yandan da kendime şunu itiraf ediyorum; ben bu meydandan çok, çevresindeki sokakları seviyorum. Bir zamanlar o meydanda çalışmış ünlü ustaların isimlerinin verildiği tarihi sokaklar Via dei Baullari, Via dei Cappellari ve Via dei Giubbonari... Hepsini doya doya geziyoruz. Bir Rönesans güzeli olan Piazza Farnese’yi ve dolayısıyla da Michelangelo'nun elinin değdiği Palazzo Farnese'yi de es geçmiyoruz.. Malum, vaktimiz kısıtlı o yüzden de her sevdiğimize ayıracak uzun vaktimiz olamıyor, ama selam vermeden geçmeyelim dediğimiz ne çok meydan, ne çok yapı var...

Antikacıları, sanat atölyelerini, ikinci el dükkanları, yani bayıldığımız şarküteri ve şarap mekanımız Roscioli’nin çevresinde olan nitelikli dükkanlarını kısa kısa da olsa ziyaret ediyoruz. Yalnızca Restoran Roscioli'ye (Salumeria olarak geçiyor) ulaştığımızda birer kadeh kırmızı şarap ve peynir tabağı ile hasret giderip ona bir parça torpil yapıyoruz...  
(Roscioli Adres: Via dei Giubbonari 21)





Roscioli sonrasi minik meydan Largo dei Librari'de denemek istediğimiz bir restoran olsa da (hala şarabın etkisindeyiz) "Damağımızın keyfi yerinde" diyerek yürümeye ve çevre binaları gözlemlemeye devam ediyoruz..

Aslında seviyorum sevmesine Campo de’ Fiori meydanını, ama şehirde en bayıldığım meydan kesinlikle burası değil. Her gün düzenli olarak kurulan pazar hali ne kadar lokal ve şirinse, pazar toplandıktan sonraki hali bir o kadar pis ve dağınık geliyor bana.. İşte bu pis halini ve meydandan baktığımda kocaman kocaman gözüme değen modern zaman reklamlarıyla giydirilmiş binaları hiç yakıştıramıyorum bu meydanın tarihine.. Bir zamanlar buraların çiçek tarlası olduğunu düşünüp, keyfimi yerine getirmeye çalışıyorum çiçekçilerin tezgahlarını incelerken. Evimde bakmayı beceremediğim ama sokakta, parkta, doğada izlemeye bayıldığım çiçekler…

Bu güzelliklere bakarken, zamanında bu meydanda infaz cezaları uygulandığını anlatıyor sevgili. "Düşünmek istemiyorum", diyorum ama kaçamıyorum da anlattıklarından ki zaten meydanın ortasındaki Giordano Bruno heykeli de sessiz sessiz hatırlatıyor kendini..

(NOT: Giordano Bruno, erken Rönesans felsefesindeki önemli şairlerden biri, ancak Hıristiyanlık dininden uzaklaşmış olması yüzünden engizisyon tarafından suçlanmış ve sürekli kaçarak yaşamak zorunda bırakılmış biri.. Kaçarak geçen seneler sonunda yeniden ülkesine döndüğünde yakalanıp, suçunu kabul etmiş aslında, ama kilise af dilemesini isteyince bunu kabul etmemiş ve ne yazik ki bu meydanda kanı akıtılmadan, asılarak öldürülmüş….)





Meydan bir dolu restoran ve kafelerle çevrelenmiş durumda ve yine çok kalabalık. Benim için bu meydanın "one and only" lezzeti; sabah 10:00 gibi hazır olan ve öğlen saatlerine kalmadan biten efsane patata! Dönüş günü sabahında bize Rosati'de kahve içmek ve Aşk Çesmesi'ne para fırlatmak dışında bir plan yaptırmayan işte tam olarak bu patata!

Meydanın köşesindeki FORNO yani fırın ve Forno'nun tezgahındaki tanıdık yüzün elinden kavuşuyoruz sevdiğimize.. Oh ne sevinc ama! İncecik bir pizza/pide dilimi olarak tanımlayabileceğim bu enfes lezzeti, henüz sıcacık ve çıtır çıtırken meydandaki çeşmenin demirlerine yaslanıp, güneşe karşı afiyetle yiyoruz.
(Forno Adres: Piazza Campo De' Fiori, 22)

Campo De' Fiori'nin akşam vakitleri benim için gündüzüne göre çok daha renkli ve sevilesi. Çiçekçiler her zaman yerli yerinde. Şansımıza hava da pek tadındayken The Drunken Ship‘te birer kokteyl alıp, meydanı gözlemlemek keyifli oluyor.. 
(The Drunken Ship Adres: Piazza Campo De' Fiori, 20/21)

Bu meydandan biraz uzaklaştığınızda erişeceğiniz ve belki de  Roma'nın en popüler ve en ikonik deniz ürünleri restoranları listesinde ilk üçe çok rahat girecek bir restoran notu eklemek istiyorum. Kendisi Pierluigi. Mükemmel bir akşam yemeği yemek, daracık bir Roma sokağında şehrin bir bakıma tüm ambiyansını içinize çekmek (lütfen dış mekan masalarında oturacağınız bir mevsimde ziyaret edin) ve midenizi aşırı mutlu etmek için mutlaka notlarınızda olsun.. Biraz da giyimize özen göstermenizi tavsiye ederim.. ;)
(Adres: Piazza de Ricci 144.) 

Henüz şehrin Ghetto ya da Trastevere bölümlerine geçmeden evvel şarap-peynir tadımı yapabileceğiniz çok keyifli bir lokal şarküteri dükkanından da bahsetmek istiyorum. Olur ya sokakta kısa da olsa bir kadeh şarap yanına peynir denemeleri yapmak isterseniz Beppe e i suoi Formaggi müthiş keyifli bir adrestir..
(Adres: Via di S.Maria del Pianto, 9A/11.)
 


GHETTO:

Roma Ghettosu yani Yahudi mahallesi, kıyıya köşeye ilişip gelen geçene baktığımız ve süregiden yaşamı hayranlıkla izlediğimiz, bir başka Roma deneyimidir.. Hem şehrin merkezidir hem de diğer semtlerin sunduklarından farklı bir şeyler vardır ruhunda.. Harita üzerinde bakarsanız, Campo de'Fiori meydanının az aşağısında ve Tiber nehrinin yakınında kalır. Ve şunu çok net söyleyebilirim ki; bu semte vakit ayırırsanız sizi mutlak suretle mutlu eder.

Ghetto hakkında araştırma yaparsanız, mutlaka Ghetto öncesi ya da sonrası Trastavere ziyareti yapmanız önerilecektir, zira böylece nefis bir köprü ile birbirine bağlanan bu iki dünya güzeli semti vakit tasarrufu da yaparak gezmiş olursunuz. Biz, bu seyahat için rotamızı önce Trastavere sonra Ghetto olarak belirliyoruz...

Portico d’Ottavia arkeolojik alanı -ilginiz ve de vaktiniz varsa burayı ve Largo di Torre Argentina’yı gezmenizi öneririm- ve yine aynı isimli cadde için Ghetto'nun merkezi diyebiliriz. Bu cadde ve çevre sokaklar kafe, restoran ve şirin dükkanlarla sarmalanmıştır. Ayak bastığınızda “Şehrin kalanından farkı nedir ki?”, diyeceksiniz belki, ama o farkı ara sokaklara daldıkça kolayca anlayacaksınız.. Hele kızarmış, ama içi hala sulu kalabilen enginarlarını yedikten sonra eminim daha başka bir gözle bakacaksınız bu semte....

Bu pek meşhur enginar yemeğini, geleneksel ve kuşaktan kuşağa geçen koşer restoran Nonna Betta’da deneyebilirsiniz. İki farklı pişirme teknikleri var. Biri bahsettiğim gibi kızartılmış, ama iki kez kızartılmış ve çıtır çıtır yenen namussuz “Carciofi alla Giudia”. Diğeri ise; zeytinyağı, şarap, çeşitli otlar, limon suyu ve bol sarımsakla pişirilen “Carciofi alla Romana”. Bilmeniz gereken detay ise; bu lezzetleri enginar vaktinde denemenizin çok daha hoş olacağı. Elbette, her mevsim hem Nonna Betta hem de diğer Roma restoranlarında bu iki lezzete denk gelebiliyorsunuz, ama ben derim ki her sebze kendi zamanında yenmeli, özellikle de o sebze ile yapılan yemek ilk kez deneyimleniyorsa...
(Nonna Betta Adres: Via Del Portico d’Ottavia, 16)

Aynı cadde üzerinde biricik Pasticceria Boccione’ciğimiz var. Tabelasız, bakımsız ama muh-te-şem bir Yahudi pastanesi burası ve oradaki bir parça sert mizaçlı yaşlı teyzeleri pek seviyoruz. Pizze dedikleri, kuru meyve püreli tatlılarını ya da hoşumuza gidecek diğer seçeneklerden bir ya da birkaçını denemeden o caddeden geçmiyor, geçemiyoruz. Zaten yürürken burnumuza gelen o enfes kokulara karşı koyabilmek de mümkün olmuyor!
(Pasticceria Boccione Adres: Via del Portico d’Ottavia, 1)

Semte vardığımızda, sevdiğimiz küçük meydan Piazza Mattei’deki Fontana Delle Tartarughe yani Kaplumbağa Çesmesi’ne gidiyoruz hemen. Bu çeşme, şehrin kesinlikle en güzel çeşme çalışmalarından biri. Kaplumbağalar da sonradan can’ımız Bernini tarafından eklenmiş. (Şu an meydanda gördüğünüz eser bir kopya. Orijinal eser yanlış bilmiyorsam Capitol Müzesi'nde olmalı.) Yine "To Rome With Love" filminde kahramanımızın saf İtalyan eşi Milly tam bu çeşmenin demirlerine oturup şehirde kaybolduğu için kederlenir.. Hatta o kare içinde minicik lokal bar Bartaruga da ekranda görünüverir.. 

Aperitivo vakti ya da akşam saatlerinde birkaç kadeh şarap içelim ya da kokteyl deneyelim isterseniz Bartuga'da keyif yapmanızı içtenlikle öneririm... Çok şirin, miniminnacık bir alternatif kendisi..
(Bartaruga Adres: Via Dei Fubari 26)



Piazza Mattei'deyken, bir Yunanistan alışkanlığı olarak La Yogurteria’dan yoğurt alıyorum elime, serinliyorum.. Daha önce bu meydanda Pane Vino e San Daniele’de şahane bir yemek yemiştik sevgiliyle ve yediklerimizi daha çok kuzey İtalya'nın el lezzetine benzetmiştik. Ama bu kez Trastevere’den geliyoruz ve biriciğimiz Le Mani in Pasta’da ihya olmuş midelerimiz var, o nedenle bizi bu meydanda ancak yoğurt kandırabildi bu kez..
(La Yogurteria Adres: Piazza Mattei 13) 
(Pane Vino e San Adres: Piazza Mattei, 16)  

Başka neler yapıyoruz Ghetto'da?

Palazzo Cenci’ye bir selam ediyoruz mesela ve sonra da Via Catalana’nın sonundaki alüminyum kubbeli sinagoga göz atıyoruz yeniden.. Burası semtin en yıldızlı tarihi yapısı ve şehre yukarıdan bir bakış atmak için de –biz hiç atmadık- güzel bir nokta kabul ediliyor.. Semtten ayrılmadan da Teatro di Marcello ziyareti yapıyoruz yeniden.. En az Colosseum kadar görmeyi sevdiğimiz bir yapı kendisi. Onun çevresinde dolanmak ve yanından yürüyüp Piazza Venezia’ya ulaşmak keyifli.. Bu tiyatro Colosseum’dan da önce inşa edilmiş bir güzellik aslında.. Ama Colosseum gibi hem ünlü değil hem de içini ziyaret etmek mümkün olmuyor..

Bir de dondurma tavsiyesi verip bizim Ghetto’muzu tamamlayalım artık. Corona Gelateria için sevgilinin favorilerinden biri diyebilirim. (Sıralama yapınca 1.Fassi 2 Carona der) Seyahat öncesi sorsanız ben de birinci sıraya Corona'yı koyardım aslında, ancak bu seyahat sonrası Monti’de yaptığımız yeni denemeyle favorim kesin olarak değişti... Bu arada Corona da artizan dondurma yapan bir işletme. Mesela, Sicilya fıstığı çok tavsiye edilesidir..
(Corona Adres: 27, Largo Arenula) 



PIAZZA VENEZIA ve PIAZZA MADONNA DEI MONTI:

Roma yalnızca doya doya yürüdüğümüzde bir anlam ifade ediyor bizim için. Şu güne dek havalimanı transferi dışında bir kez bile taksi/otobüs veya metro kullanmadık şehirde.. Koştur koştur gez, her yeri ve her şeyi gör ve fotoğrafla gibi bir telaşımız da olmadığından rahat bir ayakkabı dışında bir ihtiyacımız olmuyor bu şehirde dolanırken..

Programlı olma niyetiyle her kahvaltı, öğlen ve akşam yemeği mekanımızı organize ederek yolculuğa çıksam da an’ı yaşadığımız ve akışa bıraktığımız çok zaman da oluyor.. Bu kez de tam öyle bişiler oldu galiba… Akışına bıraktığımız ayaklar bizi Ghetto sonrası İtalyan halkının pek sevmediği, açıkçası benim de pek etkilenmediğim devasa yapı Victor Emmanuel II‘nin bulunduğu Piazza Venezia meydanına götürüyor ki; bu seyahatte bu meydanı görmeyi planlamamıştık. Meydana varınca “To Rome with Love” filminin açılış sahnesindeki polisi arıyor gözlerimiz hemen.. Filme ne tatlı ve komik bir başlangıç yapmıştı kendisi...

60'lı yıllardan Il Vigile filmindeki işsizlik yüzünden trafik polisi olup, sayısız talihsizlik yaşayan zavallı polisi de hatırlıyoruz sevgiliyle.. :) Neyse, anıtı çok beğenmiyor olsak da şehir manzarasına hakim oluşu nedeniyle Roma’ya bir de tepeden bakalım diyenlere iyi bir tavsiye olabilir bu binayı ziyaret etmek.. Biz etmedik gerçi ama içini ve manzarasını seven çok kişi biliyorum çevremde.. Belki bir sonraki seyahatte biz de bir şans versek iyi olacak…

Meydandayken bir Rönesans sarayı olan Palazzo Venezia‘ya kayıyor gözlerim. Akşam olsa da binanın aydınlatılmış halini görsek diye düşünsem de kendisini gece görmek için vaktimiz kalmayacağını biliyorum.. Aslında bu binaya bakınca, burada sık sık balkon konuşması yapan faşist dönemin Mussolini’sini hatırlamak gerekiyor, ama bu bina benim aklıma yalnızca Michelangelo’yu getiriyor. İçine de hiç girmedik bu zamana dek. Alpico ile bunu da yapacağız diye umuyorum, çünkü içindeki müze Orta Çağ ve Rönesans döneminden birçok önemli esere ev sahipliği yapıyor.. Sonra, Barok tarzını Rönesans titizliği ile birleştirmiş ve özgün bir mimariye sahip Palazzo Bonaparte’ye de bir göz atıyoruz hızlıca.. Bu sarayın Napolyon’un annesinin sarayı olduğu bilgisi bizim için oldukça taze bir bilgi...

Ve Capitol Meydani/Tepesi (Piazza del Campidoglio)... “Oradan da geçelim mi?”, diye soruyorum sevgiliye, çünkü sonrasında keyifli bir yürüyüşle Monti semtine doğru uzanabiliriz diye hesaplıyorum. Victor Emmanuel II’nin yanından minik minik ilerliyoruz. Arabalar, at arabaları, hop on-hop off tur otobüsleri ve yüzlerce meraklı turist var etrafta.. Tepeye uzanan geniş merdivenlerden yani Cordanata Merdivenleri’nden sanki tüm heykeller bana bakıyorlarmış gibi hissederek çıkmayı çok seviyorum.. Burası Michelangelo sevgimi katlıyor adeta.. Merdivenler sonrası meydanda oturup biraz dinleniyoruz. Meydanın ortasındaki İmparator Marcus Aurelius heykeline bakarken yavaşça kafamı sevgiliye dayıyorum ve içim geçiveriyor... O ne tatlı bir uyku öyle! Belki yalnızca beş-on dakika kadar sürüyor ama verdiği haz beni günün kalanına hazırlıyor gibi....

Bu arada Capitol Tepesi şehrin en yüksek tepesi ve mitolojiye göre Roma şehri tam olarak burada kurulmuş. Şu an Roma Belediyesi bu meydandaki Palazzo Senatorio’da bulunuyor. Kendisi Michelangelo'nun tasarımıymış.. Palazzo dei Conservatori de öyle.. Palazzo Nuovo ise Rainaldi'nin eseri ve işte bu enfes binanın içinde Capitol Müzesi bulunuyor. Biz hala girmedik bu müzeye.. Nedense, meydanda oturmak bize daha cazip geliyor. Aramızda konuşurken “Nasılsa Alpico ile geliriz” diyerek gülüyoruz, zira şehirde yapmadığımız ne varsa çocuğun seyahatine atıp atıp duruyoruz... “Ama” diyor sevgili, “Alpico, Roma’nın kurucularının bir kurt tarafından emzirilme hikayesini şimdiden seviyor ve dişi kurt heykelini de kesinlikle yakından görmek ister”. “Haklısın” diyorum, ama gülmeye de devam ediyorum; zira cıvımak tam olarak benim işim...



MONTI:


Capitol Meydanı‘nda yaptığım şekerleme ve sevgilinin dinlendiği kısa ara ikimize de çok iyi geliyor. Yolumuza koyulup Monti’ye doğru uzanıyoruz. Monti, son yıllarda şehir gençliğinin pek sevdiği bir semt olmuş. Biz de merak ediyoruz kendisini. Colosseo civarında dolanırken mutlaka geçtiğimiz sokakları olmuştur geçmişte, ama yine de gelişimini görmek ve Monti odaklı gezmek yepyeni bir lezzet olacak, heyecanlıyız.. Elimizde pek bilgi de yok aslında ama dolana kaybola yol almak kesinlikle daha keyifli...

"Filmlerin İzinde Roma" notlarımda Monti ile ilgili bir mekan notumuz var aslında. İlk iş o noktaya bakmaya gidiyoruz. "To Rome with Love" filminde esas oğlan Jack, Monica ile Dostoyevsky ve 
Camus üzerine tatlı bir tartışma yapar hani... İşte tam o sırada Piazza della Madonna dei Monti'de bulunan Bar Gelateria Il Faraone'dedirler... Biz de o tatlı anın keyfine varmak için birer kadeh şarap ve birkaç atıştırmalık alıyoruz... 

Piazza della Madonna Monti meydanına çıkan; Via Baccina, Via dei Serpenti, Via Dei Zingari, Via Degli Annibaldi sokaklarını keyifle yürüyoruz. Meydana paralel olan sokaklara da biraz ilişiyoruz.. Bu sokaklardan Via Leonina ve Via della Madonna dei Monti pek tatlılar. Biraz uzaklaşınca, Via Panisperna üzerinde yürüyüp Santa Maria Maggiore meydanına ulaşıyoruz. Dolanırken dev Colosseo da ara ara göz kırpıyor bize. İlk Roma seyahatinde geniş bir kültür turu yaptığımız için detaylıca incelemiştik kendisini, o nedenle yalnızca uzaktan görmek de bizi mutlu etmeye yetiyor..

Monti’ye dönersek, bu semtin enerjisini bir parça Karakoy’e benzetiyorum ben. Minik butiklerini, seramik dükkanlarını, kafe ve restoranlarını seviyorum. Mercato Monti Urban Market‘in kurulduğu bir günde semtte olmamız da pek hoşuma gidiyor.. Güzel tasarım objeler ve aksesuarlar buluyorum bu tatlı pazarda..

NOT: Her hafta sonu kuruluyor pazar ve sabit, kapalı bir alanı var.
(Adres: Via Leonina, 46)



Monti semtinin minik meydanı Piazza Dei Monti'de bir dinlenme molası veriyoruz. Peki neden çevrede oturan insanların hepsinin elinde dondurma var ki? “Sen otur, ben meydan çevresinde tur atayım”, diyorum sevgiliye. Via dell'Angeletto’da insan kalabalığı görüyorum, ilerliyorum ve ta-taaa! Adı Gelateria dell’Angeletto olan küçücük bir artizan dondurmacı bu! Dondurma delisi değilim aslında, ama artizan işler hep ilgimi çekiyor.. Bir de “ricotta”lı dondurma alternatifi olduğunu öğrenince hemen sıraya girip dondurmamı alıyor ve sevgiliye sürpriz yapıyorum... Kendisi tam bir lezzet düşkünü. Yıldızlı seviyor bu dondurmayı. Daha önceleri favorisi Giovanni Fassi iken (ki Fassi'nin üzeri çikolata kaplı bitter stick dondurması hakikaten efsanedir) sanırım artık burası oluveriyor. Benim de yeni favorim kesinlikle burası...  
(dell'Angeletto Adres: Via dell’Angeletto,15)
(Giovanni Fassi Adres: Principe Eugenio street, 65)


 
Dolanırken gördüğümüz Aromaticus‘u yeniden şehre geldiğimizde denemek üzere notlarıma ekliyorum. Yenilebilir çiçekler yanında güzel et yemekleri de var menülerinde. Taze, hafif ve keyifli duruyor hakikaten, ama bizim için ne öğle ne de akşam yemeği vakti... (Aromaticus Adres: Via Urbana 134).

Biz, daha doğrusu ben, ilerleyen saatlerde geleneksel La Taverna dei Fori Imperiali‘de yiyorum yemeğimi. Burası bizim için yepisyeni bir keşif.. Hava mis. Daracık sokaktan gelen geçeni izlerken hem dinlenmiş oluyoruz hem de daha önce W.Allen’ın da ziyaret ettiği bir restoranda olmanın keyfine varıyoruz.. Sevgili şarabını pek seviyor, benim de etim tam tadında pişmiş, yumuşacık ve suyundan zerre kaybetmemiş..
(La Taverna dei Fori Imperiali Adres: Via della Madonna dei Monti, 9)

Yeme içme notlarımızda İtalyan bir arkadaşımızın tavsiye ettiği Gaudeo'da 
panini yemek var aslında. Sevgili bu dükkana dair ciddi bir beklentide olsa da mekan işletme olarak tamamen kapatılmış. Oysa, sandviçlerini Roscioli fırınının ekmekleriyle taçlandırıyormuş sahibi.. Şarabını ve paninisini eline alıp, sokağın bir köşesine ilişir de keyif yaparız diye (Floransa’daki Fratellini gibi…) hayal eden sevgili üzülüyor bu işe.. Ama Gaudeo'da şansı yaver gitmese de Zia Rosetta‘yı kesinlikle es geçmiyor, zira Roma’da geleneksel beslenmenin baş tacı olan sandviç; onun da yapmaktan ve yemekten en keyif aldığı lezzetlerin başında geliyor.. Tazecik, çıtır çıtır bir sandviç yiyor, ben de enerji olsun diye -normalde tüketmeyi pek tercih etmem- meyve suyu alıyorum.. 
(Zia Rosetta Adres: Via Urbana, 54)

Son bir detay eklemek istiyorum Monti ve çevresi hakkında... Zira buraya daha önce, hatta ilk Roma seyahatimizde neden yolumuzun düştüğünü hatırladım... San Pietro in Vincoli Kilisesi tarih ve sanat severlerin mutlaka notlarına eklensin isterim. Benim gibi heykel ve özellikle Michelangelo seven biriyseniz; bu küçük kilise içinde bulunan Musa heykelini mutlaka görmek isterseniz diye tahmin ediyorum.. Çok çok etkileyici bir çalışma ve bu denli önemli bir eserin Roma'nın kıyı köşe kiliselerinden birinde oluşu da bir başka enteresan durum diyebilirim..

Son olarak bu heykelle ilgili nefis de bir bilgi var eklemek istediğim.. Freud Roma seyahatlerinde her gün ama her gün bu heykeli ziyaret eder ve Musa'nın karşısında durup kendi Yahudilik inancıyla bir ödeşme içine girermiş. Bu öylesine bir tutku olmuş ve öyle yüzmeşmeler yaşamış ki; Hz. Musa ve Tektanrıcılık kitabını bu ziyaretler sonrasında yazmış...


TRASTEVERE:

Merhaba eski sevgili.. Seni anlatmak için en sona sakladım. Şehrin tüm sokaklarını bir kenara koyup, en çok senin sokaklarını özlemişiz deseydim mutlu olur muydun acaba?

Sabah erkenden Ponte Garibaldi üzerinden geçiyoruz semte. Nehri geçer geçmez de başlıyor heyecanımız. Ana cadde Viale Trastevere’nin sağından mı dalsak sokaklara, yoksa solundan mı?



Hafif bir sabah serinliği var, ama güneş de tatlı tatlı ısıtıyor içimizi.. Başlıyoruz sonbahar renkleri ile sarısı ve turuncusu daha da melankolik bir havaya bürünmüş, sarmaşık kaplamış binalarla süslenmiş sokaklarında dolanmaya.. Daha önce farketmediğimiz kadar çok ve çeşitli kafe-restoran var sanki bu kez ya da biz mi arayı çok açtık diye böyle hissediyoruz?

Sabahı öğlene bağlayan saatlerde, güneşin apaydınlık ettiği şahane meydan Piazza di Santa Maria‘ya ulaşıyoruz. Çok seviyoruz bu meydanı.. Bazilika içinde de düğün var. Düğün alayı kiliseden dışarı çıktığında, bir yandan sevinçlerini izliyoruz diğer yandan da meydandaki yaşamı gözlemliyoruz.. Soğuk bir bira almış sevgili eline ve çeşmenin merdivenlerine ilişmişiz.. Öyle mutluyuz ki! Alpico ile görüntülü konuşuyoruz sevincimizi paylaşmak için.. Sonra da meydandaki “To Rome with Love” filmi mekanlarından biri olan Ristorante Sabatini’yi gözümüze kestirip "hadi güneşe karşı birer kadeh soğuk beyaz şarap içelim" diyoruz.. (Hatırlayın! Tam bu restoran çıkışında Leopoldo ve o akşamki kız arkadaşını paparazziler yakalıyordu.)
(Sabatini Adres: Piazza di Santa Maria in Trastevere, 13)



Şarap sonrası sokaklara yeniden dalınca biraz acıkmış gibi hissediyorum kendimi, ama daha Le Mani in Pasta rezervasyonumuza iki saat var! “Bir dilim pizza?”, diye soruyor sevgili ve La Boccaccia‘dan çıtır çıtır ve leziz mi leziz dilim pizzalar arasından seçip aldığı bir dilim pizzayı paylaşıyoruz.. İkimize de pek iyi geliyor bu küçük atıştırma... Ama kesmiyor haliyle.. "Daha iki saat yürüyeceğimize göre b
irer küçük suppli de yesek mi?" diye soruyorum sevgiliye. Gözleri ışıldıyor.. Koşar adım gidiyoruz Suppli Roma dükkanına. Suppli, tipik bir Roma atıştırmalığı ve Suppli Roma bu lezzeti denemek için en doğru adres.. Gördüğünüzde "bu arancini yahu!" diyebilirsiniz kendisine ama suppli hem aranciniye göre daha minik hem de özde yalnızca domates sosu ve mozzarella ile yapılması gerekiyor.. Bu arada dükkanda suppli dışında nefis arancini örnekleri, makarnalar, dilim pizzalar da deneyebilirsiniz.. (Yanılmıyorsa her gün ayrı bir lezzet üzerine eğiliyor mutfakları)
(La Boccaccia Adres: Via di Santa Dorotea, 2)
(Suppli Roma Adres: Via di S.Francesco a Ripa, 13)

Bu arada buraya kadar gelmişken biraz daha yürümeyi göze alırsanız, dilim pizza için çok enfes bir adres daha vereceğim size.. Pane e Tempesta şehrin en renkli, en fazla çeşit sahibi ve en farklı dilim pizza mekanı diyebilirim.. Daha çok ince uzun olarak şekillenen ve tam tahıl unu ile yapılmış pizza hamurları üzerine inanılmaz yaratıcı renk ve lezzette süslemeler sunuyorlar.. Birkaç (hatta birçok) deneme yapmanızı çok çok tavsiye ederim.. 
(Pane e Tempesta Adres: Via Giovanni de Calvi 23/25) 

Suppli-lerimizi yedikten sonra Tiberina Isola’nın yani Tiber Adası’nın köprüsü Ponte Cestio sonrası başlayan Lungotevere Anguillara caddesinden sakince yürüyoruz.. Nehir kenarları hep huzur veriyor bize... Piazza di Santa Cecilia meydanı ve meydana adını veren Santa Cecilia Kilisesi'ne de bu yürüyüş sonrası ulaşıyoruz. Etkileyici mozaiklerle kaplı kiliseyi yeniden görmek çok güzel.. Sonra da sevgiliden senelerdir duymaya alıştığım o tatlı cümle geliyor; "benimle öğle yemeği yer misin tatlı kısss?"

Yani beklediğim an geldi. Trastevere demek, hakikaten Le Mani in Pasta demek bizim için. Onsuz bir Roma seyahati asla planlamıyoruz. Lezzeti asla şaşmaz, masamızın yeri bile hiç değişmez bu restoranda... Değişen tek şey tabaklarımız! Her ziyarette, bir başka lezzet deneriz mutlaka.. Çok net söyleyebilirim ki; beni bu şehirde öğle yemeği için daha mutlu eden bir mekan henüz deneyimlemedim. Lezzetler her ne seviyede olursa olsun burada duygularım daima yoğun, anılarım daima huzurlu…. 
(Le Mani in Pasta Adres: Via dei Genovasi 37)



"Peki ya Trastevere'de akşam için ne tavsiye edersin?" diye sorarsanız; hiç düşünmeden Sora Lella derim. Kuşaklardır devam eden bir lezzet masalıdır ve geleneksel bir menüsü vardır Sora Lella’nın. Roma’yı seven İtalyan arkadaşlarımızın ortak bir tavsiyesidir kendisi.. Hindistan cevizi ve limon kabuklu şahane bir köftesi vardır mesela, ismi Polpette Di Nona Lella olan. Tek tabaklık bir yemek hakkınız varsa, işte o hak bu tabağa verilebilir rahatlıkla.. Gece de mutlaka Tiramisu ile biter Sora Lella’da.
(Adres: Via di Ponte Quattro Capi, 16)

Carlo Menta

Pazar günü Trastevere’de semtinde olunca Porte Portese pazarı da kaçırılmaz bir fırsat oluyor ziyaretçileri için. Biz ancak bir kez ziyaret edebildik kendisini, ama tadını da doya doya çıkarttık diye hatırlıyorum... Sabahın erken saatlerini bir bit pazarında geçirmek ve güne bu ambiyans içinde merhaba demek bizi fazlasıyla mutlu etmişti.. En çok da peynir ve makarna alışverişimizi lokal ve daha uygun fiyatlı yaptığımıza sevinmiştik. Plak seven bir arkadaşımız için uzun zamandır aradığı bir plağı bulmamız da diğer bir bonus olmuştu.. Yani diyeceğim şu ki; günlerden pazar ise, hayatı mutlaka bu pazarda başlatın.. 

SON SÖZ :)

Şehrin bu seyahatte planlamaya çalışıp, beceremediğimiz tek bölgesi PIGNETO oldu. Bilenler, Roma’ya benzemeyen ama çok sevilesi bir yer olduğunu söylüyorlar.. Bol muralli ve sokak sanatlı bir semtmiş kendisi.. Pasolini’nin de çok sevdiği bir bölge olduğundan, orada olunca kendisini daha iyi anlar miyiz acaba diye düşünüyorum hala aklımın bir köşesinde? Pigneto'yu bu kısa seyahate bu bakımdan da sıkıştırmak istemiyoruz zaten.. Yeniden geliriz, öncesinde de Pasolini filmlerinden bir seçki izleriz diyoruz..

Daha evvel detaylıca gezdiğimiz, ama bu kez programa dahil etmediğimiz diğer bölgeler Sant’ Angelo Kalesi ve Vatikan tarafı. Şehri ilk kez ziyaret edecek Rönesans tarihinin izlenebileceği yegane güzellik Vatikan’ı es geçmeyeceklerine eminim.. Vatikan'a giden en güzel yolun Ponte Sant’Angelo köprüsü üzerinden geçtiğini söylemek gerek; zira bu köprü geçişi ve yolun devamı sırasında yapılan yürüyüş hem köprü üzerindeki heykeller hem de kalenin muhteşem görüntüsü ile iyiden iyiye taçlanan bir süreç.. Sinefiller "The Talented Mr Ripley" filminde Tom ve Meredith'in köprü üzerindeki yürüyüşünü hemen hatırlayabilir...

Yolun gece ışıkları altındaki görüntüsü de tartışılmaz bir güzellik! Roma'da Alpico ile Bernini izinde turlayıp, Barok dönemin tozunu attıracağımız seyahatimiz sonrası bu bölge ve Bernini heykellerini de bol bol anlatırım burada umarım...

Ziyaret etmeyi planlamadığımız, ama sonrasında kesinlikle pişman olduğumuz tek şey; Sant’ Angelo Kalesi'nin arkasındaki bölgede bulunan Bonci Pizzerium'da dilim pizza yememek oldu.. Biz ettik siz etmeyin! Zamanında sevgili Anthony Bordain'den öğrendiğimiz bu enfes pizzacıyı bence her Roma seyahatinde ziyaret edin.. 
(Adres: Via della Meloria, 43.)

Bu bölge yakınında iken ikonik ve inanılmaz lezzetli bir akşam yemeği restoranı da iliştirmek istiyorum araya.. Tipik bir aile işletmesi ve Roman mutfağı sunan Ristorante Settimo al Pellegrino tam bir lokal restoran önerisi kabul edilebilir. Bu restoranda lezzet kuşkusuz en önemli özellik, ama bir de restoran isminin işlendiği o zarif beyaz peçeteleri yok mu! bayılıyorum kendilerine... 

Ah bir de son, ama cidden son söz olarak; Roma'da gezinirken en çok ihtiyacımız olan şey enerji olduğundan, ister sabah ister öğlen ya da akşam bir şekilde fırsat yaratıp Pasticceria Panella'da içine bir kaşık İtalyanların klasik tatlılarından biri olan zabaglioni eklenmiş cappuccino içmeniz şahane olacaktır.. Yani bence... :)
(Adres: Via Merulana 54.)

Sevgiler,
Lulu
x

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder